Sekiz yıllık bir ayrılıktan sonra, 1973 yılında ABD’den yurda kesin dönüş yaptığımda, en büyük idealim, gördüğüm eğitim ve edindiğim formasyon nedeniyle, ülkemle, ülkemin insanlarıyla ilgili belgeseller hazırlamaktı. Çünkü anlamıştım ki, Anadolu aslında bir belgeselci için yeterince işlenmemiş bir hazineydi.
Daha önce, Sabahattin Eyüboğlu, Mazhar Şevket İpşiroğlu ve Aziz Albek tarafından 1960’lı yıllarda bir disiplin olarak başlatılan "belgesel sinema", 1970’li yıllara girdiğimizde, artık kesintiye uğramıştı. O dönem yılda ortalama 250 uzun metraj sinema filmi çekebilen Yeşilçam ise, ticari şansı olmadığı için, kısa metraj da olsa, belgesel sinema alanına eğilmiyordu. "Belgesel sinema"nın bilinçli ve düzeyli sponsorlara gereksinmesi vardı. Çünkü "belgesel sinema" her şeyden önce, "kültür hizmeti", "kamu yararı", "kamusal sorumluluk" demekti.
Ancak, 1970’li yıllarda "sponsor" sözcüğü daha Türkçeye girmemişti; "belgesel sinema" denince ise, akla, TRT’nin hazırladığı, estetik kaygıların ikinci plana itildiği, evrensel mesaj içermeyen, eğitici yönü ağır basan "bilgisel" programlar geliyordu.
Hayalini kurduğum belgeseller için "sponsor" arayışım beş altı ay sürdü; ancak, başarısızlıkla sonuçlandı. Umudumu tümüyle yitirmiştim ki, rahmetli babam:
"- Oğlum, bir de bizim Çelik’le görüşsen…" dedi. "Kim bizim Çelik?" der gibi yüzüne bakınca,
"- Çelik Gülersoy. Benim teyzemin torunu. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun Genel Müdürü" dedi.
O sırada ikametgahım Ankara’da idi. İstanbul’a, Çelik Gülersoy’a telefon edildi, randevu alındı.
Çelik Ağabey (yakın akrabalık bağı nedeniyle özel görüşmelerimizde ona "ağabey" diye hitap ediyordum) beni, 1960’lı yılların ilk yıllarında hazırladığım radyo programlarından hatırlıyordu. Beni çok candan karşıladı. Ne yapmak istediğimi sordu. Ben de ona "belgesel sinema"nın çağdaş toplumlardaki anlam ve öneminden bahisle ülkemizde bu konudaki aymazlığın altını çizerek, sözünü ettiğim belgesellerin bir bölümünü Turing’in finanse edip edemeyeceğini sordum. Çelik Ağabey’in yüzünde bir hayret ifadesi belirdi. Telefona uzanırken, "İnanılmaz bir şey…" diye mırıldanıyordu. Halkla İlişkiler Müdürünü odasına çağırdı. Sonra bana döndü ve "olup bitenlere sen de inanamayacaksın" dedi. Halkla İlişkiler Müdürüne:
"- Bir saat önce yaptığımız toplantıda ben neden söz ettim ve sizden ne istedim?" diye sordu. Çelik Gülersoy’dan böyle bir soru beklemeyen Halkla İlişkiler Müdürü de şaşırmıştı:
"- Çağımız televizyon çağı. Turing’in kitap, broşür biçiminde yazılı olarak materyeli kültür filmleriyle destekleyelim. Ama bu filmleri kime yaptırabiliriz, bana bu işi becerebilecek yetenekli bir yönetmen bulun demiştiniz" deyince, Çelik Gülersoy beni işaret ederek:
"- Yönetmeni araştırmamıza gerek kalmadı; o kendi ayağıyla geldi" dedi. Böylece "Hattilerden Hititlere", "Midas’ın Dünyası", "Urartu’nun İki Mevsimi", "Likya’nın Sönmeyen Ateşi" adlı filmlerin oluşturduğu "Anadolu Uygarlıklarından İzler" dizisi ile "Safranbolu’da Zaman", "İstanbul’un Çağırdığı Su", "Kapalıçarşı’da 40.000 Adım", "Dolmabahçe ve Atatürk", "Hüseyin Anka ile Sinan’ı Yeniden Yorumlamak" gibi monografik konular birbirini izlemeye başladı. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerde, bazıları önce sinema salonlarında renkli ve ücretsiz olarak halka sunulan bu filmler, daha sonra, televizyon aracılığıyla, -ancak televizyon henüz renkli yayına geçmediği için siyah beyaz olarak- milyonlara sunuluyordu.
Restorasyon, Çevre Düzeni, Kitap, Korumacılık konularında "sıradışı" ürünler veren Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, belgesel film konusunda da "çağdaş" olduğunu, bu filmlerin ulusal ve uluslararası yarışmalarda kazandığı birçok ödülle de kanıtlamış oluyordu.
Ancak, Çelik Gülersoy fazla ileri gitmişti! "Hizaya sokulması" gerekiyordu!
Önce, Turing’in gelir kaynakları kesildi; restore edilip çevre düzeniyle yepyeni birer işlev kazandırılan köşklere, kasırlara el konuldu.
Hititlerden Osmanlıya kadar getirilmesi planlanan Anadolu Uygarlıklarından İzler dizisi ile diğer monografik filmlerin yapımı durduruldu; restorasyon çalışmalarına ara verildi.
Kamu yararına çalışan bir dernek statüsündeki Turing, beş yıl geriye gidilerek vergilendirilmek suretiyle, mevcut birikiminden de mahrum edildi. Gizli bir el Turing’i "hizaya sokmak"la tatmin olmuyor; sanki suyun altına çekerek, onu nefessiz bırakmak istiyordu.
Bu sıkıntılı günlerde Çelik Gülersoy’un çevresinde kilitlenen kimi dostlar, bu yaratıcı adamın "ismiyle müsemma" çelik iradesine hayranlık duyuyorlardı.
Bunca sıkıntı ve saldırıya karşın dimdik ayakta kalmayı ve savaşımı sürdürmeyi devam ettirebilen bu çelik iradeye bir gün sordum:
"- Ağabey bunu nasıl başarabiliyorsun?"
Acıyla gülümsedi ve:
"- Sen dik durduğuma bakma; duvarı nem, yiğidi gam yıkar!" dedi.
Bana sorarsanız, çelik, nem’e ve gam’a tek tek karşı koyabiliyor, ama, ikisi birleştikleri zaman, "paslanmaz" diye bilinen en güçlü çeliği bile yok edebiliyorlar!
Ama ne gam! Çünkü geride bırakılan "Çelik Gülersoy" imzalı eserleri ve "Çelik Gülersoy" adını hiçbir gücün kuşaklar boyunca belleklerden silemeyeceğini artık herkes biliyor!
Suha ARIN
Bebek, 31 Aralık 2003