Türk Sinemasının Sinan’ı

İlhan Arakon ve Suha Arın (1987)

1979 yılında, Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlı Sinema–TV Bölümü’nde (o zamanki adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Sinema-TV Enstitüsü) "Belgesel Sinema" konulu bir açık oturum düzenlenmişti. Bu açık oturumda, ünlü bir sanat eleştirmeni, bir öğrenci temsilcisi, bir yönetici ve ben, yaklaşık iki saat süreyle, biri ulusal, diğeri uluslararası, peşpeşe iki birincilik ödülü kazanmış olan belgeselim "Tahtacı Fatma" özelinden hareketle, belgesel sinemanın dünya ve ülkemizdeki yeri ve önemi konusunu tartışmış; bu arada, önce belgeseli izlemiş; peşinden de açık oturumu izleyen öğrencilerin çeşitli sorularını yanıtlamıştık.

Bana yönelik en yoğun soru bombardımanı oturuma katılan ünlü bir sanat eleştirmenimizden geliyor; fakat, verdiğim yanıtlar bir türlü O’nu tatmin etmiyordu! "Ben size onu sormadım ki…" diye başlayan yeni bir paragrafla, amaçladığı soruyu galiba daha anlaşılır kılmaya çalışıyor; ancak, her defasında, "Ben size onu sormadım ki!" diyerek sorunun yeni bir biçimiyle beni terletiyordu.

Tam, "Türkçeyi iyi bilmediğim" ya da "bazı kavramları kavrayacak düzeydeki bir zekaya henüz ulaşamadığım"a vehmetmeye başlamıştım ki, video kayıt makinesindeki kaseti değiştirmek gereği doğdu ve açık oturuma beş dakikalık bir ara verildi. Derin bir nefes aldım. Terimi silerken, daha önce hiç bir samimiyetimiz olmamasına karşın, tartışma boyunca yaptığı yerinde müdahalelerle bende uyandırdığı "güven duygusu"ndan cesaret alarak, sağımdaki açık oturum yöneticisinin kulağına eğilip, yavaşça "Ne olur, bana yardımcı olun. Soruyu bir türlü anlayamıyorum" dediğimde, bu "kerli-ferli İstanbul Beyefendisi" önce yüksek sesle gevrek bir kahkaha attı; sonra, kulağıma eğilerek: "Üzülmeyin Suha Paşam, ben de hiç bir şey anlamadım. Ama, sanat dünyamızda bazıları, ancak anlaşılmaz olmakla gündemde kalabiliyorlar ve ünlerini de ancak bu şekilde sürdürebiliyorlar" dedi. İşte, İlhan Arakon’la ilk ciddi diyalogum ve O’na olan hayranlığım böyle başladı.

1983 yılında Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan ayrılıp İstanbul’a geldikten birkaç yıl sonra, Mimar Sinan Üniversitesi’nden gelen teklifi kabul ederek, bu kurumda öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım. Bu görevim sırasında Sayın Arakon’u daha yakından tanımak fırsatını elde ettim. Özellikle, öğrenci bitirme projeleri için bütün "Atelye" sahibi hocaların bir araya gelip "jüri" olarak değerlendirme yaptığı oturumlarda, içerik-öz-biçim ve teknik özellikler açılarından, İlhan Arakon’un yaptığı objektif değerlendirmeler, O’nun bilgisine, birikimine ve sanatçı kimliğine karşı duyduğum saygıyı perçinlemiş, kendi atelyesinde emek verdiği öğrencilerini bile acımasızca, yansız bir biçimde eleştirmesi, O’na olan hayranlığımı pekiştirmişti.

İstanbul’a yerleştikten sonra gerçekleştirdiğim hemen hemen tüm belgesel projelerde, İlhan Arakon, değişmez görüntü yönetmeni olmuştur.

O’nunla film çekmek, bana büyük bir huzur ve güven duygusu verir. Çünkü, İlhan Arakon, işini seven, sürekli okuyup araştıran, engin bilgi ve deneyimiyle sorunlara hemen çözüm bulan, gerçek bir "sinema adamı"dır.

O’nunla çalışırken, "üretim içinde eğitim" in devam ettiğini görürsünüz.

Sete ilk o gelir. Yönetmen sete geldiğinde ise ayağa kalkarak,"yönetmenlik kurumu"na olan saygısını belirtir. Ekipte görev alan gençler, bu "yaşlı delikanlı"dan salt ışığı, kamera açılarını, vb. değil; aynı zamanda, eskilerin "adab-ı muaşeret" dedikleri, saygı kurallarını da öğrenirler.

Eski yazıya ve Osmanlıcaya olan hakimiyeti sayesinde, eski kitabeleri, elyazması kaynakları da rahatça okuyarak, çekim mekanında yönetmenin değerlendirmelerine büyük katkıda bulunur.

"Pozometre" denen ışıkölçeri Türk Sineması’nda ilk kullanan O’dur.

İlk renkli filmi çeken de O’dur. (Salgın)

O, yalnız görüntü yönetmeni değil; aynı zamanda yönetmendir de. Bildiğim kadarıyla, Türkiye’deki ilk belgesel filmlerden bazılarına (belge film değil!) imza atan yönetmenlerden biri de O’dur.

Bir zamanlar tam teşekküllü bir film laboratuvarı çalıştırdığı ve uzun yıllardır Sinema-TV Merkezi’nde görev yaptığı için, O, yalnız kamera ve ışığa ilişkin standartları değil; örneğin, ses kaydıyla ilgili standartları da çok iyi bilir ve uygular.

Eski Evler, Eski Ustalar dizisinden "Batı Karadeniz: Ağacın Türküsü" nü çekerken, Amasya’da tesadüfen karşımıza çıkan ve Yeşilırmak kıyısında bize nefis bir konser veren Türk Musikisi Grubu’nun ses kaydını, elimizdeki tek mikrofonla, bu denli başarılı, ancak İlhan Arakon yapabilirdi.

Ders verme ya da film çekimi dışında, çoğu zaman, O’nu, mesleki kitapları okurken; yahut, küçük bir torna tezgahında, bir kameraya, bir ışık kaynağına ya da developman makinasına parça yaparken görürsünüz.

2000 yılının ilk günlerinde, yeni başladığım bir belgeselde, görüntü yönetmenim yine O’ydu. Kamera açılarını saptarken, ışığı yaparken baktım; 1980’lerdeki İlhan Arakon, yine aynı heyecan ve ciddiyetle çalışıyordu. Oysa, kendisi, 84 yaşında olduğunu söylüyordu. 2000 yılının bu ilk çalışmasının ilk gününde, aklıma yine, Mimar Sinan ve İlhan Arakon benzerliği geldi. 1986 yılında çekmeye başladığım "Dünya Durdukça – Mimar Sinan" belgesel dizisinin 1988 yılına; Mimar Sinan’ın ölümünün 400. yıldönümüne yetiştirilmesi gerekiyordu. Birçokları, bu dizinin iki yılda bitirilebileceğine ihtimal vermiyorlardı. Çünkü, Mimar Sinan iki kıtada savaşlara katılmış; üç kıtada da silinmez izler bırakmıştı.

Ama, ben, "Dünya Durdukça"yı yetiştireceğimden emindim. Herşeyden önce, görüntü yönetmenim İlhan Arakon‘du ve mimari kökenli bir görüntü yönetmeni olduğu için, O’nun mevcudiyeti işimi büyük ölçüde kolaylaştırıyordu. O zamanlar yaşı henüz 70 idi; ama, her zaman olduğu gibi, bu projede de, sanki otuzundaymış gibi sekiyordu! Sanki "yaş yetmiş, iş bitmiş değil; yaş yetmiş iş yeni başlamış!"tı.

Edirne’de Selimiye’nin kubbesi altında O, ışıkçılara talimat verirken, su şırıltılarının yankılandığı bu eşsiz mekanda, ben, İlhan Arakon‘un şahsında, Mimar Sinan‘ı görür gibi olmuştum. Çünkü O da, "ustalık eseri" olarak bilinen Selimiye Camii’nin inşaatına başlandığında 80 yaşına yaklaşmıştı. Dev kubbenin altında, oradan oraya koşan, yanından hiç ayırmadığı ışıkölçeri ile sürekli ölçüm yapan bu "yaşlı delikanlı" sanki Mimar Sinan‘dı! Sanki, Mimar Sinan, 400 küsur yıl sonra, Selimiye Camii’ne geri dönmüştü! 400 yıl önce elinde bir "zira" vardı; 400 yıl sonra ise bir "pozometre"

Bence, O, Türk Sineması’nın Sinan’ıdır.

Ve, inanıyorum ki, yüz yaşına kadar üreten Mimar Sinan gibi, O da, en az yüz yaşına kadar üretmeye devam edecektir.

Ve Suha Arın, kendisiyle çalışmayı ve İlhan ARAKON adıyla onur duymayı, ömrümün sonuna kadar sürdürecektir.

Suha ARIN
Gayrettepe, 31 Ocak 2000