Kendisini tanımadan önce, ismini biliyordum. Kültür ağırlıklı belgesel filmlerin yönetmeni olarak ismi, geniş kitleler tarafından biliniyordu. Safranbolu’da Zaman belgeseli, özellikle geleneksel mimari kültürümüz ile ilgilenenlerin büyük beğenisini kazanmıştı. Evet 1 Şubat 2004 tarihinde kaybettiğimiz değerli yönetmen Suha Arın’dan söz ediyorum. Türk kültür tarihini araştıran ve bunu belgesel filmlerle geniş kitlelere duyuran kişiden…
İstanbul’dan Göreme’ye Kültür Mirasımız adında Milliyet gazetesi tarafından bir kampanyada da ilgi çekmişti Arın. Bu kampanyada aynı sorumluluğu göstermiş ve aynı duyarlılığı sergilemişti. 1985 yılının sonlarına doğru gündeme gelen kültür aktiviteleri, ölümünün 400. yıldönümünde anılacak olan büyük usta Mimar Sinan üzerine yoğunlaşmıştı. O sıralarda kısa adı IULA olan Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği-Doğu Akdeniz Teşkilatı’nda oluşturulan bir komisyonda ben de görev almıştım. Sinan konusunda özgün araştırmaların ve projelerin gerçekleştirilmesi için hummalı bir çalışma başlamıştı. Bu hususta yapılan çalışmalar, giderek daha da yoğunlaşmıştı.
Suha Arın ile tanışmamız, sözünü ettiğim Mimar Sinan yılının etkinlikleri çerçevesinde gerçekleşmişti. Kendisi Mimar Sinan hakkında 6 bölümlük bir belgesel hazırlamak için kolları sıvamış, bu konuda çalışan bütün uzmanları bir araya toplamıştı. Sinan’ın Türkiye içinde ve dışında bulunan bütün eserlerini titizlikle inceliyor, her birinde ayrı bir espri bulmağa çabalıyordu. Bu çalışmalar sırasında kendisini yakından tanıma onurunu kazanmıştım. Aramızda ağabeykardeş ilişkisinin ötesinde, gerçek bir aile dostluğu da oluşmuştu. Titiz ve bilimsel yöntemlerle konuları ele alan Arın, kendi kulvarında ekol olmuş bir yönetmendi. Bu zengin kültürün bilinmeyen ayrıntılarına kadar nüfuz eden bir tecessüsü vardı. Henüz kimsenin bu zenginliği keşfedemediği dönemlerdi. Anadolu’da daha yakası açılmadık ve güneş görmedik uygarlıkların zenginliğini, bir sanatçı duyarlılığı ile algılamağa çalışıyordu.
Suha Arın, Türkiye’de sanat ve kültürü sosyete galerilerine hapseden, bu zengin uygarlığı fantezi kavramlar düzeyine indirgeyen kültür tüccarının dünyasından uzakta kalmıştı. Onun için Anadolu uygarlığının gerçek boyutlarını bulmayı ve yakalamayı amaçlamıştı. Asıl amacı bu zengin uygarlığın kimliğini milyonlarla buluşturmaktı. Rasyonel ve samimi bir yaklaşımla, bu uygarlığı bilen ve tanıyan doğru ve düzgün kültür ve bilim adamlarını da bulmuştu. Kendisi de düzgün bir kişiliğe sahip olduğu için, düzgün insanlarla çalıştı. Arkeoloji, tarih, coğrafya, fizik, geometri, minyatür, tezhip, hat, resim, heykel, kabartma, halı-kilim, ahşap oymacılığı, sanat ve mimarlık tarihi, dil, edebiyat, müzik ve folklor dünyasına mensup sayısız bilim adamı, sanatçı ve kendi alanında uzman kişilerle çalışıyor, görüş ve objeleri bir senteze vardırarak, sanatçı üslubu ile kendine özgü bir sinema dili oluşturuyordu. Asıl ustalığı kültür ve sanat zenginliğini, sinemanın anlatım diliyle geniş kitlelere taşımada görülüyordu. Nitekim bütün belgesel filmlerinde aynı doyuruculuk ve aynı inandırıcılık vardı. Boşa veya boşluğa mermi sıkmayan ender kişilerden biriydi.
Arın’ın en büyük yanı, insanoğlunun yeryüzünde binlerce yıldır verdiği mücadele ve yarattığı ürünlerin incelenerek, uygarlık tarihinin saptanması ve anlaşılmasını sağlamaktı. Amaç, her şeyi bildiğini zanneden insanların bir şey bilmediğini ortaya koymaktı. O zaman gerçek aydınlanma sürecinin başladığı ve cehaletin boğulduğu görülecekti. Geçmişi doğru okuyanlar, geleceklerini de doğru ve sağlam temellere oturturlardı. Bunları doğru biçimde algılayan Arın, kent monografilerini ve kentlerin fiziksel örgülerini sinema tekniğiyle anlatıyordu. Kentlerin tarihi, insanların yani uygarlıkların tarihi idi. Kentlerin tarihi, bir bakıma yeryüzünün tarihi idi. Arın, bunun farkında idi ve bu yolda verilen çabaların, insanlığı daha bir aydınlığa götürdüğüne inanıyordu.
Bu amaca ulaşmak için, bilim adamı ve sanatçı kişilerin yanında taş yontucusundan demircisine, duvarcısından hasır ören ustaya kadar her kesimden, her esnaftan da yararlandı. Verilen her emeğe saygı duydu, en sade işçiden, minare külahı onaran usta elleri saygı ile sıktı ve kucakladı. Ömrünün büyük bir bölümünü dağ, tepe, bayır, ırmak demeden, bu topraklar üzerinde insan elinın yarattığı güzellikleri keşfetmekle geçirdi. Yurtdışında eğitim gördüğü bütün disiplinlerde, usta ellerin ortaya koyduğu ürünleri saptamak amacına yönelik nasıl kullanacağını öğrenmeğe çalıştı. Onun için bilmenin ve öğrenmenin yaşı ve sonu yoktu. Bilmeyen alim olmak yerine, devamlı araştıran bir öğrenci olmayı yeğledi. Bu anlayış içinde olan öğrencileri de, değerli birer yönetmen olmuştu. Hepsinde aynı disiplin ve aynı anlayış: Sürekli araştırmak ve sürekli öğrenmek. Bu anlayışı elden bırakmayanlar için yeryüzü, keşfedilmeği bekleyen sırlar ve zenginlikler ile doludur.
Eski evler ve eski ustalar üzerine yaptığı çeşitlemelerde, Karadeniz mimarisini bilmeyen nice mimarın varlığı ortaya çıkmıştır. Suha Arın, denizin dibinden ve böylesine derin dehlizlerden inciler çıkarmış bir kahramandı. Arın’a göre denizin dibine inmeye gerek yoktu. Her gün gördüğümüz ve burnumuzun dibinde bulunan objeleri tanımak ve öğrenmek yeterdi. Bir kapının üzerinde biri küçük, diğeri büyük olan iki tokmağın anlamı ve gerekçesi ne olabilirdi. Bilmediğiniz zaman sorup öğrenmeniz yeterli olabilir. Tokmaklar değişik sesler çıkardığı için, dışarıdan vurulduğu zaman, gelen kişinin erkek mi kadın mı olduğunu anlayan ev halkı, ona göre misafiri karşılar. Vuran kişi kadınsa, kapıyı kadın açar; erkek ise erkek.. Bu tarz ayrıntıları yerli halkın geleneğinden öğrenerek, milyonlara anlatmak basit ama akıllı bir yaklaşım örneğidir.
Arın’ın önemli bir özelliği de, kültür adına savaş veren gönüllü kişilere elinden geldiğince destek olmasıydı. Kerküklü olduğumu ve bu alanda aktif biçimde görev yaptığımı bildiği için, sürekli Irak’ta yaşayan Türkmenlerin durumu hakkında bilgiler isterdi. Arada bir, bu konuda neler yapılabileceği hususunda beni sıkıştırırdı. Hatta bir ara kendisine, Kerkük hakkında en güzel belgesel filmi sen yapabilirsin, demiştim. Tabii ki memnuniyetle yapabileceğini söylemişti. Bir seferinde yapacağım bir konuşmadan önce multivizyon gösterisi yapmak istedim. Kerkük hakkındaki renkli slaytları sırasına göre ayarladım. Gösterinin metnini de hazırladım . "Bitmeyen Çile" adını verdiğim metnin stüdyoda seslendirilerek kaydedilmesi gerekiyordu. Arın önce stüdyo buldu, sonra spiker aramağa başladı. Ancak seslendirme yapacak eleman bulunamıyordu. Sonunda ben yaparım diyerek, mikrofonun başına geçti. Metni belirli bir akış içinde okumağa başladı. Vurgularını, ses tonunu ve hızını öyle güzel ve çarpıcı biçimde ayarlıyordu ki, müthiş etkileyici idi. Metni kendim yazmış olmama rağmen, hiç bu kadar duygulanmamıştım. O gösteride Arın’ın sesini dia eşliğinde kullandım. Salondaki bütün dinleyiciler gözyaşlarına boğulmuşlardı. Daha sonra aynı gösteriyi birkaç toplantıda daha gerçekleştirdim. Bandın master nüshasını hala aziz aziz saklıyorum.
Arın son yıllarda kültür-sanat dünyasında gördüğü bayağılıklardan, ucuz gösterilerden bir hayli sıkılmıştı. Zaman zaman bunları konuşurken, adeta midesi bulanarak tepki gösteriyor ve her şeyin bu denli yozlaşmasına hayret ediyordu. Olaylar ve gelişmeler bazen sağlığını ve moralini bozacak boyutlara varmıştı. Bu yüzden kimi zaman yaşama sevincini bile kaybeder duruma gelmişti. Çok ince ve sanatçı duyarlılığına sahip olduğu için üzülmeden edemiyordu. Geçirdiği operasyonlarla vücudunu ve kalbini bir hayli yormuştu. Ve nihayet bu güzel insan hayata yenik düşerek, bütün dostlarını üzdü.
Suha Arın’ın vefat haberini Kerkük’te TV haberlerinden öğrendim. 25 yıl sonra ilk defa Kerkük’te baba ocağında Kurban Bayramı’nı tatmağa gitmiştim. Ancak bayramın henüz ilk günlerinde duyduğum bu haberden dolayı içim burkuldu. Adeta bayram içime sinmedi. Suha Arın’ı böylesine mübarek bir günde yolcu ederken yanında olmamak da, doğrusu benim için ayrı bir üzüntü kaynağı oldu.
Arın’ın henüz genç sayılacak yaşta vefat etmesi büyük bir kayıp sayılır. Yerinin kolay doldurulup doldurulamayacağını bilemem ama, bildiğim ve emin olduğum tek şey, Suha Arın’ın, belgesellerin unutulmaz ismi olarak, daha yıllarca hafızalarda yaşayacağıdır. Kendisine rahmet, ailesine, yakınlarına ve sevenlerine de başsağlığı ve sabırlar diliyorum.
Suphi Saatçi
İstanbul, 01.04.2004