Türk belgesel sinemasının ustası Suha Arın, insanın yaşadığı ortama ışığıyla, sesiyle, davranışları ve düşünceleriyle bağlı olduğunu belgesellerle anlatan bir ömür geçirdi. Çektiği toplam 59 belgeselde Anadolu’nun kültürel zenginliğini anlattı ve Türkiye’de belgesel sinemanın gelişmesinde öncü oldu. 2 Şubat 2004 tarihinde yitirdiğimiz Suha Arın, Türkiye’de henüz belgesel filmin tanımının yapılmadığı tarihlerde, maddi ve manevi kültür varlıklarımızı eserlerinde ölümsüzleştirdi. Şimdi kendisi de "yaşanabilir ve sürdürülebilir bir belgeselcilik" anlayışının öğreticisi olarak, kültürel mirasımızın önemli bir parçası haline geldi.
İlk olmak her zaman zordur; çalışma ortamını yaratırken türlü zorluklarla karşılaşmak kaçınılmazdı. O’nun için de.
"Safranbolu’da Zaman’ı çektiğim sıralarda (1976) daha televizyonda belgesel film pek yaygınlaşmamıştı, insanları kamera karşısına geçirip konuşturmakta zorlanıyordum, boş odaları çekmek zorunda kalıyordum, o evlerde hayat olduğunu anlatmak için bir kediyi, sıra sıra dizilmiş terlikleri çekiyordum. Bu bana ders oldu, Kula’ya giderken kız ve erkek öğrencilerimi birlikte götürdüm, kız öğrencilerim Anadolu kadınlarıyla sıcak iletişim kurabiliyor ve kapıları açtırıyorlardı, böylece daha rahat çalıştım."
Suha Arın’ın çektiği bütün filmleri, öğrencileri için birer canlı laboratuar ortamıydı. İlk senaryolarını yazanlardan ilk belgesellerini izleyenlere, hayatında ilk kez kamera görenlerden, Anadolu’yla ilk kez karşılaşanlara dek bir parça yetenek ve bolca merak sahibi bütün öğrencileri, hatta öğrencilerinin arkadaşları için de Suha Hoca tükenmez bir hazineydi. Her zaman yinelediği "bilim ve sanatın birleştiği belgesel sinemaya" olan tutkusu kadar, yaşam tecrübesi ve sofraları da paylaşıma açıktı. Sabır ve saygıyla karşısındakini dinleyebilme yeteneği, Suha Hocayı öğrencilerine sorduğu doğru sorularla onların doğru yanıtları bulmalarını sağlayan Sokratesvari bir "mentor" haline getirmişti. İnsanın yaşadığı yere sahip çıkması gerektiğini, 18-20 yaşlarındaki gençlere örneğin önce Ankara Basın Yayın’da sinema salonunun izolasyonu için duvarları çuvallarla kaplatarak, son yıllarda da Marmara İletişim’de film gösterimleri için pencerelere perde diktirerek, dahası bir kentin insanlarına sokak tabelalarına yaşayan insanların adının verilmesi gerektiğini öğreterek yaşatan bir usta.
Belgesel yönetmenliğinin yanı sıra, 1974 yılında Ankara Üniversitesi SBF Basın ve Yayın Yüksek Okulu’nda başlayan öğretim üyeliğini, çeşitli İletişim Fakültelerinde son nefesine kadar sürdürdü.
"(Ankara’da) Üretim içinde eğitim planı uyguladım. Sınıflarımda radyosu olan, kamera gören yoktu. Amerikan Haberler Merkezi’nde kullanılmayan bir kamera vardı, onun bize hibe edilmesini sağladım, sınıfa getirdim. Başka sınıflardan gelenler oldu, kamera görmek için."
Suha Arın 1942 yılında Balıkesir’de dünyaya gelmişti. Amerika’da sinema eğitimi aldıktan sonra, çektiği belgesellerle Anadolu insanının makûs talihini ve bu coğrafyanın kültürel zenginliğini anlatıp durdu. Belgesel sinemaya ömrünü adayan Suha Arın, hâlâ defalarca izlenmeyi hak eden filmleriyle birçok ödüle değer görülmüştü. ‘Safranbolu’da Zaman’, ‘Kula’da Üç Gün’, ‘Tahtacı Fatma’ filmleri kendisine üç Altın Portakal kazandırmıştı. Tahtacı Fatma, ayrıca 3. Uluslararası Balkan Film Festivali’nde En İyi Film seçilmişti. ‘Dünya Durdukça-Mimar Sinan’ belgeseli ise Bordeaux Uluslararası Şehir Planlaması ve Mimari Filmler Yarışması’nda Avrupa Konseyi Özel Ödülü’ne değer görüldü. Üstelik bu ödüllerin hiçbirisine kendisi başvurmadığı halde.
Filmleri yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın sayılı üniversitelerinde (Harvard, MIT, UCLA, NYU, Michigan, North Carolina at Chapel Hill, vb.) ders malzemesi olarak gösterilmektedir. Öğrencileriyle kurduğu istisnai ilişki biçimi, bugün Suha Arın’ın sayısız internet sitesindeki söyleşilere, anılara konuk olmasına; gençlerin ilgi gösterdiği kültür merkezlerinde, hatta kafelerde filmlerinin ilgiyle seyredilmesine vesile oldu, oluyor.
Amerika’daki radyoculuk günlerinde "1968’de insanoğlunun aya ilk kez ayak bastığını Türkiye’ye bildiren" kişiydi ama yaşamı boyunca belgesel film çekiminin bağnazlıklarla uğraşmak demek olduğunu öğrendi. Yenilikler getiren bir adam olmanın sıkıntısını çok yaşadığı için, yapılan olumlu işleri takdir etmesini de çok iyi bilirdi:
"Anadolu’da bir deyiş vardır: ‘öl ki sevem’ derler, ama ben hayattayken, Safranbolu’da Zaman filmini çekmemden 25 yıl sonra Safranbolu’da bir meydana benim adımı verdiler, çok mutlu etti bu beni. Bu açıdan Safranbolu Batılı bir kent gibi davranmıştır, sokakların isimleri hep yaşayan ve Safranbolu’ya katkısı olan kişilerin adlarını taşır, işte bu zihniyet aslında Safranbolu’yu kurtarmıştır. Bugün bir açık müze, bir müze kent olarak, UNESCO’nun dünya kültürel miras listesine girdi. Safranbolu’lular bu kenti yalnızca kendileri için değil, tüm dünya için korumaları gerektiğinin bilincinde olan bir halktır."
Hocayı tanıyan hemen herkesin en az bir kez sofrasına konuk olduğu ve hayran olduğu annesi Bedia Hanım’ın anlattığı hikayeler ve büyükbabasından edindiği tasavvuf felsefesi, insanlara ve nesnelere, ışığa başka bir duyarlılıkla bakmayı öğretmişti Suha Arın’a:
"Bartın-Ankara arasında gelip giderken Safranbolu’nun evlerine hasretle, hüzünle ve de özlemle bakardım: annem bizi uyutmak için anlattığı masallarda duvarları çörekten, pencereleri çikolatadan, damları şekerden evlerden bahsederdi ve ben o evlerin Safranbolu’da olduğuna inanırdım."
Çelik Gülersoy’u ikna ederek, o sıralarda çektiği Urartu’nun İki Mevsimi filminin hemen ardından, Safranbolu’da Zaman filmini çeker.
"…Sonbaharı beklemem gerekiyordu, Safranbolu’nun safranını ancak sonbaharın hüzünlü sarı renginde yakalayabilirdim"
Suha Arın’ın yaşamı boyunca renklerin gizemiyle kurduğu ilişki, TÜRSAK ve Kültür Bakanlığı için hazırladığı Küçük Asya’nın On Rengi: Türkiye Film Yapım Kılavuzu kitabında (Şubat 2000) belki de son kez nesneleşti. Uluslararası pazarda Türkiye’de film çekmek isteyenler için hazırlanan "renklerle Anadolu" kılavuzu olan bu kitapta Anadolu, on renkle incelenir: mavi, yeşil, sarı, beyaz ve tematik ara renklerin bulunduğu modern, kayıp, kutsal, eski, yaşayan, karma. Türkiye haritası, çekim önerileri, önemli telefon numaraları ve adreslerin de yer aldığı bu katalog, çoğu Hocanın öğrencisi olan değerli fotoğraf ve belgesel sanatçılarının katkılarıyla hazırlandı:
"Evet, renklerle bir takım kavramlar arasında ilişkiler kurduk. Buna ilk önce ‘yeşil’, ‘mavi’, ‘sarı’ ve ‘beyaz’la başladık. Daha sonra fon olarak kullanılabilecek ‘modern’ yaşam renkleri var. Gökdelenler, çağımızın özelliklerini yansıtan büyük alışveriş merkezleri… Unutulmuş, ‘kayıp’ renkler var. Orada da daha çok arkeolojik alanlar ağırlıklı olarak verildi. ‘Kutsal’ renkler var. Üç Semavi dinin en ilginç özellikleri, sinagoglar, camiler ve kiliseler var. Ondan sonra ‘eski’ renkler var. Tarihi mekanların olduğu yerler var burada da. Bir de ‘yaşayan’ renkler bölümümüz var. Yaşayan renklerde fauna ve flora ağırlıklı olarak ortaya çıkarıldı. Bir de ‘karma’ renkler var. Adından da anlaşılacağı gibi birçok rengi bir arada yansıtan yerler var."
Daha anlatacak çok şeyi vardı Suha Arın’ın ama her dersinde bıkmadan hep yinelediği motto’su şuydu:"Belgesel, imgesel ve bilgisel ayrımını yapmalı"
Bir de şu meşhur ipekböceği hikayesi: "Hikmetullah Şehrinin bir tanesi, oğlunun karnında yatar annesi" yani kozanın içinde gelişen, yaratanını da kendisine aşık eden Galatea’nın, sinemanın büyülü dünyasına metafor olarak ipek böceğinin gizemli öyküsü…
Son yıllarda hastane giriş-çıkışlarında kendisini ziyaret eden herkese anlattığı son projesi, Cumhuriyetin ABC’si yarım kaldı: "Harf Devrimi ile ilgili bir belgesel yapmak isterdim…"
Öğrencilerinin, onun kocaman cömert gözlerine ve dirhemle tarttığı sözlerine olan ihtiyacı hiç bitmeyecek. Gerisinde belgesel film cenneti olan bir mekân bıraktı.
Nurçay Türkoğlu
28.09.2005