Kral Menua Diyor ki…

Bir Urartu Yazıtı

İşpuini’nin oğlu Kral Menua diyor ki:

Ben, I. Sarduri’nin torunu, İşpuini’nin oğlu, Biainili ülkesinin Kralı Menua’yım.

Biainili ülkesinin temellerini, günümüzden yaklaşık 2850 yıl önce dedem Sarduri, Nairi beyliklerini bir birlik altında toplayarak attı. Tüm beyliklerin tanrılarını, Tanrı Haldi’nin başkanlığında, tek bir çatı altında topladı.

Ataları Hurrilere dayanan dedem Sarduri ölünce, yerine babam İşpuini geçti.

Babam İşpuini, Biainili ülkesinin sınırlarını genişletti; tanrılar birliğine yeni tanrılar kattı; Biainili alfabesini geliştirdi. Daha önce Asur çivi yazısıyla ve Asur dilinde yazılanlar babam İşpuini’nin yaptığı bu önemli reformla bundan böyle kendi öz dilimizde yazılmaya başlandı.

Babam İşpuini beni tahtına ortak etti. Yaklaşık 20 yıl süreyle Biainili ülkesini birlikte yönettik. Tanrı Haldi, Tanrı Teişeba, Tanrı Şivini ve diğer tanrıların yardımıyla, başarıdan başarıya koştuk.

İşpuini’nin oğlu Kral Menua diyor ki:

Babam ölünce, 30 yıl daha tahtta kaldım ve Biainili ülkesinde bayındırlık işlerine ağırlık verdim. Biainili Denizi’nin lacivert suları sodalı olduğu için, bu engin ve olağanüstü güzellikteki sudan, sadece temizlik ve ulaşım amacıyla yararlanabiliyorduk. Ekilebilir topraklarımız kıt; çok uzun süren kış mevsimi nedeniyle de tarım yapabileceğimiz süre sınırlıydı. İşte bu yüzden, toprağın verimliliğini en üst düzeye ulaştırabilmek için herşeyden önce, yeni tatlı su kaynaklarına yöneldim. Başkent Tuşpa’ya 51km. uzaklıktaki bir kaynaktan fışkıran tatlısuyu, açtırdığım bir kanalla, Tuşpa yakınlarında, Biainili Denizi’ne kavuşturdum. Kendi adımı verdiğim bu kanal, 51km. boyunca, iki yanına dizilmiş bağ ve bahçelere uğrayarak, 2800 yıldır çevresine yaşam saçıyor.

Biainili ülkesindeki kıt toprakların verimini arttırabilmek için, Menua Kanalı’na ek olarak, yeni su kaynakları bulmam gerekiyordu. Bu amaçla yapay göletler oluşturdum; bilinen ilk barajları inşa ettim. Bugün sizin "Keşiş Gölü" ve "Gökçe Göl" dediğiniz göller, aslında benim yaptırdığım baraj gölleridir.

İki büyük düşmanımız vardı: Dış dünyayla uzun süre ilişkimizi kesen kara kış; karlar kalktıktan sonra ise, güney komşumuz Asur! Her iki düşman için de, her mevsim, tahıl ambarlarımızı ve sarnıçlarımızı dolu; ekonomimizin can damarı olan küçük ve büyük baş hayvanlarımızı ise canlı tutardık. Karların erimesiyle birlikte hayvancılığın bir gereği olarak, halkımızın önemli bir bölümü yaylalara çıkardı. Kıl çadırlarda başlayan bu yaşam biçimi kadınlarımıza bile iyi ata binmeyi ve silah kullanmayı öğretmişti. Tüm bunlara ek olarak, askeri garnizonlarda belli sayıdaki askeri sürekli silah altında tutmak ve dünyanın en hızlı ve en dayanıklı atlarını yetiştirmek zorundaydık.

Yetiştirdiğimiz atlara "uçan atlar" denirdi. At yetiştiriciliği, bize, atalarımız Hurri’lerden miras kalmıştı.

Hatta, Anadolu’da tarihin ilk imparatorluğunu kurmuş olan Hattiler (nedense siz onlara "Hititler" dersiniz) bile, at yetiştirmeyi, atalarımız Hurrilerden öğrenmişlerdi. Hatta bu amaçla, dedem I.Sarduri’den 500 yıl kadar önce, Hurri ülkesinden, Kikkuli adlı bir at terbiyecisi bile getirtmişlerdi. Kikkuli’nin 184 gün süren terbiye yöntemini, biz daha da geliştirdik ve Biainili’nin "uçan atları"nı yetiştirdik.

Ve, ben, İşpuini’nin oğlu Menua, Tanrı Haldi’nin yüceliğine sığındım ve uçan ata binen Tanrı Nalaini’nin yardımıyla atım Arsibi’yle 11 metre 43 cm. atlayarak, erişilmez bir rekor kırdım.

Süvarilerimizin ve savaş arabalarımızın bu hızlı, güçlü ve dayanıklı atları sayesindedir ki, o sırada dünyanın en büyük gücü kabul edilen Asur’a yenilmedik. Zaman-zaman onu yendik bile. Böylece, Batı’ya giden ticaret yollarını uzun süre biz denetledik. Denetleyemediğimiz tek şey, yaklaşık altı ay süren kış mevsimiydi. Ama, dış dünyayla ilişkimizi kesen uzun kış mevsimi, bize doğayla savaşımı ve sabırlı olmayı öğretti.

Yazın dev taş bloklarını keserek devasa kaleler, tapınaklar yapan ustalarımız, kışın ince metal işleri yaparlardı. İnce-ince işlenmiş bronz kemerler, miğferler, kalkanlar, sadaklar; altın ve gümüş takılar; telkari işi düğmeler, genellikle kış aylarının ürünüdür. Ve, her biri birer sanat şaheseri kabul edilen ürünlerimiz; bu arada özellikle tunç kazanlarımız ve altın-gümüş takılarımız, Batı Anadolu’da eski Yunan’a, hatta İtalya’da Etrüskler’e kadar ulaştı. Altın-gümüş-bronz işçiliğimiz o kadar ünlenmişti ki, Asur Kralı Sargon, bugünkü Türkiye-İran-Irak sınırlarının kesiştiği noktanın yakınlarında, en büyük Tanrımız Haldi’ye armağan olarak inşa ettiğimiz Büyük Ardini Tapınağı’nı ele geçirip, yağmaladığında, ganimetler O’nun gözünü kamaştırıp, aklını yerinden oynatmıştı! Ve, Asur’luların "Musaşir" dediği Ardini Tapınağı’nda ele geçirilen 333.500 kıymetli objeyi, Asur Kralı Sargon, yıllıklarından birine tek-tek gururla yazdırmıştı. Bu objeler arasında 9 altın kalkan, bir büyük altın kama, tümü gümüşten 96 mızrak, 12 kalkan, 33 araba, 393 bardak, 4 bronz heykel, 9 altın işlemeli elbise de vardı.

O sırada tahtta olan torunumun oğlu Rusa, Ardini tapınağının Asurlular tarafından yağmalanıp, onbinlerce kıymetli objenin gittiğini öğrenince, soylu bir davranışta bulundu ve intihar etti.

Güney komşumuz Asur, bizim ezeli düşmanımızdı.

Öyle ki, Biainili ülkesinde kar kalkınca sevincimiz kısa sürerdi. Çünkü, daha karlar tümüyle erimeden, güneydeki düşmanımız Asur’un ya saldırdığı; ya da saldırıya hazırlandığı haberleri gelirdi. Ve, bizim, çok kısa süren yaz mevsimi boyunca, hızlı tarıma ek olarak, korunma amaçlı yeni kaleler inşa etmemiz de gerekirdi.

İşte o zaman, çeliğe su vermeyi çok iyi bilen demirci ustalarımızın elinden çıkma aletler devreye girer; dev bazalt ve granit bloklar bir peynir kalıbı gibi kesilerek, dönemin en iyi korunan kaleleri ve askeri garnizonları inşa edilirdi. Güneydeki güçlü komşumuz, ezeli düşmanımız Asur’a, kuşaklar boyunca ancak böyle karşı koyabildik.

Bizimle başedemeyeceklerini anlayan Asur Kralları, Biainili ülkesinde sürekli görev yapan casuslar tuttular. Bu casuslar, tarımdaki üretim miktarı; küçük ve büyük baş hayvan sayısı ve halkımızın moral durumu gibi konularda, kil tabletlere yazdıkları raporları, düzenli bir şekilde, Asur başkentine gönderirlerdi.

Ama onlar değil, biz genişliyorduk! Öyle ki; bende sonra tahta geçen oğlum Argişti, Biainili ülkesinin sınırlarını Fırat’a kadar götürdü. Doğu ile Batı’yı ayıran ve deli gibi aktığı ve çok geniş bir yatağı olduğu için doğal bir engel oluşturan Fırat’ı geçmek ise, torunum II.Sarduri’ye nasip oldu. II.Sarduri, Timuşki önünde Fırat’ı geçtiği noktadaki dev bir kayaya bu mutlu olayı yazdırarak, ölümsüzleştirmek istedi.

Fırat’ı geçen torunum II.Sarduri, böylece, yalnız Biainili’yi en geniş sınırlarına ulaştırmakla kalmadı, aynı zamanda, Kuzey Suriye limanlarına da egemen olmayı başardı. Böylece, Asurluların denize inmelerini uzun bir süre engellemiş olduk. Ve, Doğu-Batı ticaret yolları tümüyle bizim kontrolümüze geçmiş oldu. Torunum torunu II.Argişti ve ondan sonra tahta geçen tüm Biainili kralları, ülkemizin esenliği için canla-başla çalıştılar.

İşpuini’nin oğlu Kral Menua diyor ki:

Yaklaşık 400 yıllık görkemli tarihimiz boyunca ezeli düşman hep Asur’du ve büyük saldırılar hep güneyden gelmişti. Oysa, bizi yıkan beklenmedik darbe kuzeyden geldi!

Önce İskitler, peşinden Medler, kentlerimizi, kalelerimizi yakıp, yıktılar; taş üstünde taş bırakmadılar. Zengin erzak depolarımızı; paha biçilmez değerdeki altın-gümüş-bronz, fildişi eserlerimizi yağmaladılar.

Sonra, Persler geldiler. Onları, İskender ve Diadoklar, Partlar, Romalılar, Sasaniler, Bizanlılar, Araplar ve Türkler izlediler…

Ama, hiçbiri, bu topraklarda, bizim ulaştığımız mutluluk düzeyine ulaşamadılar!

Çünkü onlar, Tanri Haldi, Tanrı Teişeba, Tanrı Şivini ve diğer Biainili tanrılarının gazabına uğradılar! Neden mi?

Çünkü, bizden sonra gelenler, bizimle olan bağlarını kopardılar; bizi saygı ve sevgiyle anmayı unuttular. Ülkemizin adını bile değiştirip, Biainili ülkesine, ezeli düşmanımız Asurluların dediği gibi "Urartu" dediler! Bize de "Urartular"! Ünlü başkentimiz Tuşpa’yı önce "Vaini"ye, sonra, Van’a çevirdiler!

Lacivertin tüm tonlarını yansıtan, coşkun sularında kanlı kılıçlar yıkanan, uçsuz-bucaksız Biainili Denizi’ne, önce "Vaini Denizi", sonra "Van Gölü" dediler!

Benim, oğlumun, torunlarımın kurduğu Menuahinili, Argiştihinili, Sardurihinili kentlerinin adlarını değiştirdiler.

Benim binbir emekle gerçekleştirdiğim, gurur kaynağım olan 2800 yıllık Menua Kanalı’nın adını bile "Şamran Kanalı" yaptılar.

Düğünlerde okunan manilerdeki adları bile değiştirip;

"Edremit Van’a bakar
İçinden Şamran akar
Öyle bir yar sevmişem
Her gelen ona bakar"

diyerek, çalıp-oynadılar!

Menua Kanalı boyunca kayalara kazıttırdığım yazıları bile tahrip ettiler!

Ne diyordu o yazıtlar?

"Bu kanalı, Tanrı Haldi’nin yüceliğine sığınan, İşpuini’nin oğlu Menua yaptırdı. Menua Kanalı’dır onun adı. Tanrı Haldi’nin yüceliğine sığınan Menua güçlüdür, büyüktür; Biainili ülkesini kralı, Tuşpa kentinin efendisidir.

Menua diyor ki: Her kim bu yazıtı siler, her kim bu yazıtı tahrip eder veya her kim bir başkasını bu işleri yapmaya zorlarsa veya her kim ‘Bu kanalı ben açtırdım’ derse; Haldi, Teişeba; Şivini ve diğer bütün tanrıların gazabına uğrasın! Güneşin altında yok edilsin."

Tuşpa Kalesi yakınlarında, Zımzım Dağı kayalıklarının güney eteğindeki Kutsal Meher Kapısı’nı, babam İşpuini ile birlikte yaptırmıştık. Tanrılara adanan kurbanlar burada kesilirdi.

Besicilik, Biainili ekonomisinin can damarıydı. Bereketin sürmesi için, her yıl, hasat ve bağbozumunun yapıldığı "Güneş Tanrısı Ayı"nda, Meher Kapısı’nda, tanrılara toplam 110 büyükbaş ve 310 küçükbaş hayvan kurban edilirdi.

İşte, Tanrı Haldi için yaptırdığımız kapı şeklindeki bu dev kaya anıtının kabartmalı bloklarını ve basamaklarını bile tahrip ettiler. Kurban kanlarını akıtmak için yaptırdığımız geniş taş oluk ise genç kızlarımız için adak yeriydi.

Günümüzde "Analı Kız" denilen bu taş oluktan şimdiki genç kızlar aşağı kayıyorlar ve:

"O yanım keçe, bu yanım keçe,
Allah’ım elime bir helal süt emmiş geçe"

diyerek, hala dilekte bulunuyorlar.

Ama, ne babam İşpuini’yi ne de beni biliyorlar!

Aynı genç kızlar; bugün boyunlarını, bileklerini, parmaklarını süsleyen altın-gümüş, rengarenk taşlarla süslü takıları yapan Süryani ya da Ermeni ustaların atalarına, bu işin, Biainili sanatkarlarından miras kaldığını da bilmiyorlar.

Öğrenmek için çaba da göstermiyorlar.

Günümüz Biainili Denizi’nde zaman-zaman yükselmeler görülse, şimdiki insanlar "eyvah, evlerimizi su basacak!" diyerek, heyecanlanıyorlar.

Oysa, Keban Barajı’nın göl suları, bizim ova yerleşimimiz için özgün bir örnek oluşturan Norşuntepe’deki Biainili Kentini yavaş-yavaş yuttuğunda, kimsenin kılı bile kıpırdamadı!

Daha sonra, torunum II.Sarduri’nin, Tumişki önünde, Fırat’ı geçince yazdırdığı kaya yazıtını, Karakaya Barajı’nın göl suları yükselmeden, blok olarak kesip, müzeye kaldırmak için girişimde bulunan bir avuç aydının çabası, yetkililerce gülünç bulundu!

Ve, "İzoli Yazıtı" olarak bilinen bu anıt eser de, sulara teslim edildi!

Torunum II.Sarduri ne diyordu bu yazıtta?

"Fırat durgundu. Daha önce oradan karşıya geçen hiçbir Biainili Kralı olmamıştı. Ben, Tanrı Haldi’ye dua ettim. Biainili tanrıları Teişeba’ya, Şivini’ye dua ettim. İstekte bulundum.Tanrılar beni dinlediler, bana yol açtılar; Tumişki önünde, askerlerimin arasında karşıya geçtim. Melitia’nın kuzeyindeki dağlık bölge olan Karmişi’ye dek vardım. Ondört kale ve yetmiş kenti bir günde ele geçirdim. Sase’yi kuşattım; savaşla aldım. Eşya, erkek ve kadınları oradan yurduma getirdim.

İçeri girip emrettim: Melitia kuşatılsın! Hilaruada geldi, önümde ayaklarıma kapandı ve kendini affettirmek istedi. Merhamet gösterdim. Altın, gümüş eşyayı ganimet olarak Biainili’ye taşıdım. O’nu vergiye bağladım.

Sarduri der ki: Her kim bu yazıtı tahrip eder; her kim saklar; her kim bunları başkasına yaptırıp ‘gel, tahrip et’ derse, tanrı Haldi, tanrı Teişeba, tanrı Şivini ve bütün tanrılar onu güneşin altında yok etsinler!"

İşpuini’nin oğlu Kral Menua diyor ki:

Ey bizi unutanlar, unutturanlar!

Ey bize saygısızlık, nankörlük edenler!

Ey uygarlığımızın son izlerini de sulara teslim edip, yokedenler!

Mısır, Fenike, Babil, Asur, Hatti ve benim temsil ettiğim Biainili, doğu uygarlıklarıydı. Ve, biz, doğu uygarlıklarının son temsilcisiydik.

Batı Anadolu kıyılarında kurulan ve bugünkü Avrupa uygarlığının temeli olan Eski Yunan’ı besleyen son doğu uygarlığı bizdik!

Eski Yunan, "Pegasos" dediği kanatlı atı bile bizden aldı! Kutsal kişilerin başını hale ile çevirmeyi bile ilk biz uyguladık.

Ama, Batı uygarlığını temsil eden ulusların hemen hemen tümü, hala, eski Yunan uygarlığının kendiliğinden ortaya çıktığına inanıyor!

İşte biz bu aymazlığı da affedemiyoruz.

Herşeye rağmen, biz, merhametli krallarız.

Ben, Biainili Ülkesi’nin Kralı Menua, hem kendi adıma hem de gelmiş-geçmiş tüm Biainili krallarının adına, tanrı Haldi’ye, tanrı Teişeba’ya, tanrı Şivini’ye ve diğer tanrılara yalvarıyorum:

Bizi unutanları, unutturanları; bize saygısızlık ve nankörlük yapanları; eserlerimizi yok edenleri affedin

Suha ARIN
14.05.2001