Belgeselcinin Ölümü

Türk sinemasının bir büyüğü taşındı! Göçtü gitti. Biz öyle deriz. Güya Süha Arın ölmüş. Yalan! Ölüm yok ki! O sadece bedeni ile ayrıldı aramızdan. "Ölmek olmaktır, olmak ölmektir"; ve her nefeste biraz ölürüz. Ama enerji kaybolmaz, bu yüzden onun evrenin içindeki varlığını biliyor, hissediyorum. Işıklar içinde uyusun.

Şimdi, bir kez daha, ölülerimizin manevi varlığı ile yaşama görgüsü konusunda edineceğimiz bilgiler olduğunu düşünüyorum… Evet, aşk olsun göçenlere, onlar da bizimdir.

O bir düzen kurucuydu. Bir rehberdi. Biz, onun gibi insanlara "Hoca" ya da "Usta" deriz. O, bilimsel bilgiyi, kuşkularını ve sezgilerini yabana atmadan, eleştirel bir bilinçle yorumlayarak yol alan gerçek aşığı çağdaş bir abdaldı. Anayurdu Anadolu’yu diyar diyar dolaştı. Konduğu her mekana, insanlara, çevresine; sevecen, dikkatli, anlamaya hazır gözlerle baktı, baktı ve hepimize şöyle dedi: "Alın gözümü seyreyleyin!.."

Her dem öğrenerek kendini yenileyen ve bildiklerini paylaşan iyi öğretmen, Süha Bey, Hocam, Ustam benim! Biz seni ne kadar anladık? Biz kimi gömdük? Güya şimdi; İstanbul’da, Aşiyan’da, sadık yarinin koynunda yatıyormuşsun. Öyle diyorlar.

Hocam, ben her insanın adını ve soyadının onun kimliği ile anlamlı bir ilişki içinde olduğunu düşünüyorum nicedir. Adınızın anlamını siz buradan taşındıktan sonra öğrendim. Hiç şaşırmadım, ama ürperdim. Süha, Büyük Ayı takım yıldız kümesindeki yedi yıldızın en küçüğü olurmuş. Ve eskiden gözlerin görme derecesi, bu yıldızla deneylenip ölçülürmüş! Bu takım yıldızın Türkçe bir adı daha var: Yedigir!.. Yani, yedi giriş yeri, yedi kapı!.. Bu, sizdiniz; emek verdiğiniz, ışık tuttuğunuz insanların "Görme-seçme" sınavıydınız. Ya da en küçük, dar kapıydınız. Artık "Süha" deyince, çevresindekilerin göz derecelendirmesini yapan bir ölçek imgesi çakılıp kalıyor zihnime.

Anılar sökün ediyor. Ta 1980’lerdeki tanışmamız ve ilk soru: "Dikkatinden eksilmeden, üç gün üç gece uykusuz kalabilir misin?" Dolmabahçe ve Atatürk filmi ile başlayan, Trabzon yaylalarına, Ankara’ya, oradan Kula’ya uzanan; yeni insanlarla, yeni dostluklarla çoğalıp pekişen bir sevgi ve dayanışma. Sanki bütün Anadolu’nun şu kasabasında, bu dere başında, koca bir çadır dolaşıyor. O, yaşlı bilgeler gibi, kameranın başında, açılar veriyor, danışıyor, düşünüyor; ekipteki herkes harıl harıl çalışıyor. O, ocağın piri, ana direği; yeni filmler tasarlanıyor, filmler demleniyor: Göz kararı, öz kararı!.. Ter içinde koşturma. Elbette yollar boyunca arabaların camına yaslanarak uyuklamamızın, henüz tan sökmeden bir dağda bulunmamızın bir sebebi ve anlamı vardı, ve yine olacak!

Neden mi? İçinde yaşadığımız gerçekliği daha iyi değerlendirebilmek, hayatı daha sağlıklı bir aşamaya daha dönüştürmek için aynalama yapıyoruz. Her dem değişen saydam ve kaypak gerçeği, yeniden kuşatarak tartışmak amacındayız. Zamanın hoyrat pençesinden insanlığın ortak belleğini korumak ve paylaşmak istiyoruz. Ve bunları, "Gerçeğin Sineması" yoluyla vicdanları uyararak, zihinlerimizi açmaya çalışmak gibi bir derdimiz var. Biz belgesel sinemacılar, gerçeklerle yüzleşmekten kaçınan toplumlar için gerçek bir tehlikeyiz.

Ülkemizde çağdaş belgesel sinemanın öncüsü Süha Arın’ın yaşamı, korkak ve cahillerle yapılan bir savaş öyküsüdür. O, Belgesel sinemayı, hayal gücünden yoksun filmcilerin bir etkinliği olarak algılayan yarı cahillere karşı, gerçek bir aydın terbiyesi ile dimdik durdu. Bu savaştan, kişisel ve mesleki onurunu koruyarak yüz akıyla çıktı. Hiç kolay iş değildir. Çünkü cesaretin çocukları, gerçeğin aşıkları ya da abdallarının ölçeği, akıllı vicdandır! Bu yolun yolcuları, yeryüzünde vazgeçilmez bir görev’i yerine getirdiklerini çok iyi bilirler.

O, görevini yerine getirmiş, çok adam yetiştirmiş, bildiklerini saçmış, gerçek bir aydındı. Göçerken, ardında dünyanın belleğine bir yığın film armağan eden Süha Hoca, evlatlarını yiyen bu ülkede, herkesin suç ortağı olduğunu biliyordu. Ben, ana dilini onun kadar seven ve hakkını vererek okuyup yazan az insan tanıdım. Zaten, son yıllarında gerçekleştirmek istediği belgeselin konusu, Türk dili ve Türk Dil Devrimi idi.

Süha Arın’ın belgesellerini tüm dünya seyircisi ile buluşturmak, bu konudaki engelleri aşmak, yine hepimizin sorumluluğudur. Hepimizin bir sınav daha yaşamakta olduğunu düşünüyorum. Yaratıcılarımızı tanımalı, sevmeli, korumalıyız. Türkiye’de belgeselcilerin dünyadaki meslektaşlarından bir eksiği yok, fazlası var efendiler! Yaşarken değerbilir olmalıyız.

Hocamız ölmeden önce, titizliği ya da sezgisi yüzünden, tüm filmlerini yeniden gözden geçirmiş, dijital formatta kopyalarını almış, filmografisi ile ilgili yıllardır biriktirilmiş nice yazılı ve görsel belgeden oluşan arşivi oluşturmuştur. Sanki taşınma öncesi denkler dürülmüş, ilgilenenlere bir yadigar olarak bırakılmıştır.

Belgeselcinin ölümü… Onun ağrısı kaç kişide içselleşmiştir? Herkes vicdanına sorarak cevaplasın, aynı yolun yolcusu kaç kişi var? Sağlık nedenlerinden ötürü film çekmekten uzaklaştığı, kendini eğitmenliğe adadığı yıllar boyunca, acaba kaç kişi onun ilkeleri doğrultusunda taş üstüne taş koydu?

Süha Hoca’yı yolcu ettikten sonraki gecenin sabahı tuhaf bir rüya gördüm. Hoca’nın cansız bedeninin kaynadığı koca bir tencere var, kapağını açıp bakıyorum; pişmiş beş tane mısır.. derken annem geliyor; tencerenin suyuna bakıp, "Çok temiz", diyor. Tuhaf.. bu düş nasıl yorumlanabilir? Belki de, yedinci kapıdan girebilecek, gözleri keskin beş kişi vardır ve gelecekte onlar tohum saçacaktır. Ama bu süreçte çok kişi kaynamıştır, kim bilir?

Benim burada yapacak çok işim var.

Bereketli ömrünüzün anısı önünde saygı ve minnetle eğilirim. Görüşmek üzere Hocam!

İsmet Arasan
13 Şubat 2004