Parkalarımız vardı. Uzun saçlarımız ve sakallarımız da… Elimizde kitaplar, düşlerimizdeyse aydınlık ve özgür ülkemizin hayalleri. Küçük ama hayatın konuşulduğu kantinde çaylar şimdiki gibi ‘sallama’ değildi. Zaten biz de hicbir şeyi sallamazdık. Fokurdardı demlik ve simitle birlikte katılırdı hararetli tartışmalara. Tek lüksümüz pinpon masası ve cevresindeyse hayatın en somut gerçeği. "Sen topu fileden karşıya geçir önce. Oradan dönerse ne ala dönmezse servis sırası zaten sende"..
En heyecanlı ve kendimizi varsıl hissettiğimiz an ise öğrenci burslarını aldığımız zamandı. Ziraat Bankası’nda kuyruğa girer, vezneye gidinceye kadar beş parasız olan bizler, vezneden adeta Koç ya da Sabancı edasıyla ayrılırdık. Kahrolsun oligarşi sloganlarını değişik makamlarda besteleyen bizler için o gün pilav üstü az kurunun yanında dönerin baştacı edildiği gündü. Diyalektiğin ne yaman çelişkisiydi.
Aslında zor ve tehlikeli yıllardı. Mac kahvesinde king oynarken sırtımızı hep duvara yaslardık. Neredeyse üç günde bir değişen garsonların acemiliği ise tesadüf değildi elbet. O zaman şimdiki gibi telekulaklar var mıydı bilmiyorum ama garsonların kulakları son derece profesyoneldi. Zaten son iki el de hep bende kalırdı.
Fakülte civarında ve kapısında nöbet tutardık sırayla ama dersleri asla aksatmazdık. Nöbettekine mutlaka ulaştırılırdı notlar. Bir gözümüz teksirde diğeri ufukta olurdu.. Fruko’lar arz-ı endam etmeye başlayınca ortalık epey karışırdı ama ne gam, nihayetinde vaka-i adiyeydi. Derse birimiz gelmeyince bilirdik ki "oradaydı". Günler sonra zayıflamış, bitkin ve epey perişan döndüğünde geçmis olsun derdik sadece. Hepsi buydu.
Umutlarımız, soylu beklentilerimiz ve heyecanımız vardı. Ve sevdalılarımız sevdalandıklarımız da vardı. Ve çok şanslıydık. Mümtaz Soysal, Nermin Abadan Unat, Seha Meray, Muammer Aksoy, Haluk Ulman, Bülent Daver, Bedri Gürsoy, Oya Tokgöz, Aysel Aziz, Metin Kazancı, Mahmut Tali Öngören, Metin And, Semih Tuğrul, Turan Erol, Alim Şerif Onaran ve daha ne çok anıt hocamızın derslerindeydik. Dikkatle ve her dakikasının farkında olarak, asla kaytarmadan bugünü yarına taşıyabilmek için o derslerdeydik. Bodrum katında Teksirci Ali’de çoğalttığımız ders notlarını özenle ciltletir, bilgiye statü kazandırırdık.
Sonra bir gün bir haber dalgalandı kantinde. Amerika’dan bir hoca gelecek diye. "Yankee go home" günlerimizde Amerika’dan bir hoca hem de. Gülümsemiştik hayırlara vesile olur inşallah diye.
Çarsamba günüydü. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler fakültesi BYYO’nun ikinci katında 206 numaralı sınıfın önünde ilk kez göreceğimiz, ilk kez ‘Belgesel Sinema’ dersini alacağımız hocayı bekliyorduk. Ben, Yalçın, Kemal ve Nesli’yle birlikte. Yalçın o sıralar evli ve aile babası, Kemal fakültenin en temiz titiz delikanlısı, Nesli fotoğrafın üstadı ve saçlar kıvırcık, bense ben gibi işte.
Ve koridorun başında genç, elinde bond çantasıyla ve özenli takım elbisesiyle sakin yürüyerek bize doğru gelen yakışıklı bir adam… Farklı ve ilginç. İtiraf ki kızlar çok heyecanlıydı. Gözleri parlayarak duygularını belli eden zamane kızları işte.
Kürsüye oturdu, gülümseyerek bizlere baktı ve "Ben Suha Arın" dedi, inanılmaz bir ses tonu ve diksiyonla.
Nereden bilecektik ki o zamandan bugüne ve yarınlara kalacak olan serüvenin başladığı anın tam da o an olduğunu..
Tek tek tanımak istedi bizleri.. Özellikle de ilgi alanlarımıza yoğunlaştı. Dikkatle notlar aldı. Arka sıradan bir soru geldi. "Hocam biz de sizi tanıyabilir miyiz?" diye. Ve ben eklemiştim "Amerika’daki göz kamaştıran kariyerinizi bırakıp niçin döndünüz Türkiye’ye?" diye…
Türkiye`nin belgesel film için bir hazine olduğunu, bir ülkenin tanıtılmasında kültür varlıklarının ne kadar önemli olduğunu ve bunu başarabilmak icin döndüğünu söyledi ve o sihirli cümleyi ekledi. "Bunu hep beraber yapacağız. Çünkü bu sorumluluğumuz. Çünkü bu aydın olmanın sorumluluğu".. Karşımızdaki bu zarif insandaki kıvılcımı ve yurtseverliği ve teslimiyetsiz dik duruşunu gördüğümüzde çok mutlu olduk.
Belgesel Sinema o dersle birlikte başka bir boyuta geçti bizler için. Alışılmışın ötesinde bir sanat ve düşün adamı olan Hoca’nın anlattıkları ve bizimle paylaştıkları her geçen gun büyüttü içimizdeki coşkuyu. Daha çok okumaya, daha çok araştırmaya, daha çok derinleşmeye başladık. Tercümeler yapıyorduk, çoğaltıyorduk ve tartışıyorduk. Dersler ders olmaktan cıkmış ayrı bir okul olmaya başlamıştı..
Ve adını koymuştuk o zaman: Suha Arın Okulu.
Farklıydı. Anlamlıydı. Dünden kopmadan yarına dönüktü. Dersin dışında ise bir dost, bir ağabey ve bir sırdaşımız olmuştu. Her zaman soylu ve her zaman yardımseverdi. Belgesel Sinemayı öğrenirken hayatı da öğreniyorduk. Ders çıkışı hep beraber gittiğimiz tek bir yer vardı artık. Hocanın odası… Çaylar ve sohbet hocadan, dinlemek ve feyz almaksa bizdendi. Muthiş bir sabırla ve gülümseyerek katlanırdı bize.
Daha sonra sınıf, koridorlar, oda yetmedi bizlere.. Paris Caddesi Petek Apartmanı sığınağımız oldu. Ve yeni bir ailemiz de.. Zekai Amca, Bedia Teyze, Süreyya ve Reha Abi ve Sema ve gelinler ve cocuklar ve torunlar ve aile dostları ve biz… Evet biz. Bedia Teyze’nin tadı hala damağımızdaki yemekleri ve demli çayının civarında mevzilenen biz.
Hocanın en ciddi eleştirmeni Bedia Teyzeydi. Belgeseli Bedia Teyze onaylarsa bilirdik ki işler yolundaydı. Ve bizi asla yanıltmadı.
Hayatimiz belgeseldi. Belgesel de zaten hayat… Konuşmalarımız, düşlerimiz, herşeyimizdi. Hocanın deyişiyle "Belgesel bir yaşam şekliydi. Öyle kenarından tutulacak bir heves asla değildi"
Sevgili Reha abi, ne cok yaşadık birlikte ve anlatacak ne kadar çok şeyimiz var. Galiba sorumluluğumuz her geçen gün daha da artıyor. Bu karmakarışık dünyada bireyin kendini ve toplumu daha iyi anlamasına, yaşam ve yaşam biçimini daha bilinçli yorumlamasına ışık tutacak belgesel filmin, bir kaçışın değil bir buluşmanın merkezi haline gelmesi icin daha çok çalışmak zamanı. Belgeselin bir yeniden buluş, bir yeniden kesfediş ve bir buluşma anı olması icin çaba harcama kararlılığı. Yerel ya da küresel olsun, izleyiciyi derinden etkileyen ve etkilemeye devam eden belgeseller çekme anı.
Ve galiba en önemlisi Suha Arın Belgesel Sinema Akademisi’ni bir an önce kurarak bunların hepsini orada yapmanın tam zamanı.
Binlerce kilometre ötede Sinema Kuramları dersinde coğrafyanın dört bir yanından gelmiş öğrenciler Suha Arın’ı ve sinemasını biliyor artık. İnanın O’nu anlatırken heyecanım onlara da geçiyor. Hiç görmeden tanıyorlar Hocayı. Her derste bizimle birlikte burada da oluyor. Ve aynı anda ne çok derslikte öğrencileriyle…
Bildiğiniz gibi "Yaşanmamış hayat sorgulanmaya değmez" der, öğrencisi Sokrates’e
Ne mutlu ki Hocamıza yaşanmış bir hayat var hazinesinde. Soylu ve Dünya durdukca yaşayacak eserleriyle, dopdolu bir hayat. Bedeli bazen sadece bir damla hüzün bile olsa, hepsine değecek ve anlatılacak bir hayat.
Belli mi olur, geçitlerin bilinmezliğinin latif sırları. Yıldızlara açılan Star Gate’lerden Bab-i Ali’ye kadar bizi sınırlarımızdan çıkartıp başka sınırların içine atan geçitlerin gizleri, belli mi olur.
Sevgili Reha abi, böyledir işte binlerce kilometre ötedeki ahvalim.
Hersey sanki dün gibi ve hersey sanki bir düştü.. Sürprizli, heyecanlı ve masal tadındaydı.
Sevgili Suha Hocam nur içinde yatsın.
Sezer Akarcalı
1 Şubat 2011