"Hikmetullah Şehrinin bir tanesi,
Oğlunun karnında yatar annesi"
"Tasavvuf felsefesinin derinliğini anlatan ve hâlen kimin söylediği bilinmeyen bu bilmece’nin yanıtı ipekböceği’dir. Çünkü ipekböceği; doğurduğu, ürettiği ipek kozasını örerek içine girer. Bir anlamda sinema da böyle değil midir? Özünü oluşturan diğer sanatların içine giren, çevresine onları sarıp, örüp onların korumasıyla gelişen ipekböceği değil midir? Sonunda diğer sanatlardan güç alarak hareketlenen, uçan, bin bir renge bürünen bir kelebek olmaz mı?"
Karşısında on – on beş kadar sinemaya gönül vermiş genç insana ilk söylediği sözler bunlardı. Suha Arın, belgesel sinemaya birbirinden değerli eserler vermenin yanı sıra eğitmenliğiyle de pek çok genç insanı sinemanın büyülü dünyasına çekmişti. Derslerinde ilgiyi sözünü ettiği konuya çekmenin bir yolunu mutlaka bulur, söylemek istediğini akıllara sanki nakşederdi. Tıpkı filmlerinde olduğu gibi…
Çektiği film hangi konuda olursa olsun onu sağlam bir temele oturtur, ana fikrine film boyunca sadık kalır ve filminin sonunda her zaman soru işaretleri olmayan bir fikirle izleyicisini sinema salonundan yolcu ederdi. ‘Safranbolu’da Zaman’ bir yörenin mimari dokusunu anlatmanın yanında kaybolan değerlerin altını çizer. ‘Tahtacı Fatma’ Toros dağlarında ailesiyle birlikte ağaç kesen 12 yaşındaki bir genç kızın özlemleri, sıkıntıları ve düşlerini anlatmanın yanında bu yöredeki genç insanların azmini vurgular. ‘Eski Evler Eski Ustalar’ başlığı altında toplanan her biri 30 dakika süren 4 filmden oluşan (Doğu Karadeniz: Sisler Kovulunca, İç Anadolu I: Ozanlar ve Evler, İç Anadolu II: Erciyes’in Bereketi, Batı Karadeniz: Ağacın Türküsü) ve Türkiye’nin mimari dokusunu ve bu dokuyu yaratmış son ustaları belgeleyen filmlerin ana fikrinde ise eski yeni çatışmasını ustaca anlatmıştır.
Her filmine tek tek bakarak bu örnekler çoğaltılabilir. Çünkü; Suha Arın Mimari, Heykel ya da biyografi dallarını hep kendine özgü fikirlerle renklendirmiş, izleyene bilgi vermenin ötesinde ufuklar da açmıştır. Arın’ın her belgeselinde bir fikrin alttan alta izlendiği görülür. Bu konu onun için o denli önemlidir ki öğrencilerine de sık sık anlatacak bir şeyleri olmasını öğütlerdi. Ama anlatılacak fikrin evrensel bir alt yapısı olması da önem taşırdı.
Suha Arın sinemanın ikna gücünü ve önemli bir kitle iletişim aracı olduğunu her fırsatta dile getirirdi. Özellikle sinemada geri kalmış bir ülkenin sanatçısı olarak mesleğinin gücünü birey ve toplum yararına kullanma sorumluluğunu en iyi şekilde yerine getirmişti. Ama Türkiye’de özellikle 70’li 80’li yıllarda film yapmak çok zordu. Nüfusunun yarıdan fazlası okuma yazma bilmeyen, okuma yazma bilenlerinse kitap okuma alışkanlığı taşımadığı, kitap okuyan bir avuç insanınsa kitap almakta bile zorlandığı ülke şartlarında yaşıyordu ve tek televizyon kanallı bir dönemde eserler vermeye başlamıştı. Kitleleri eğitmek, beğeni ve becerilerini genişletmek, çözüm üretmek ve yaşama bakışlarını yükseltmek gerektiğini biliyor ve bu sorumluluğu taşıyordu. Bunu öğrencilerine de aşıladı. Filmlerini yaparken sık sık çıkmaz sokaklara girmek zorunda kaldı, bazen kapılar yüzüne kapandı, hatta tamamladığı filmleri kayıplara karıştı ya da yok edildi. Ama Arın çıkmaz sokaklar, kapanan kapılar ve sansürle savaştı. Film yapmaktan bütün bunlar yüzünden vazgeçmedi, üstelik ilkelerini de bir kenara bırakmadı.
İki ay kadar önce evinin balkonunda sohbet ederken mesleği konusunda hala ne kadar heyecanlı olduğunu düşünmüştüm. Kafasında bir proje olduğunu bu konuda çalıştığını ama artık film çekmek için para bulmanın çok zor olduğunu anlatmıştı. Yıllar önce bir ders sırasında anlattıkları geldi aklıma; ‘Kula’da Üç Gün’ filminin ön çalışmalarını anlatırken nasıl da heyecanlıydı. Bu filmde A.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi Basın Yayın Yüksek okulu öğrencileriyle birlikte çalışmıştı ve hiç kuşku yok ki onlar kadar heyecanlıydı. Yöre müziğinin kullanıldığı bölümleri anlattığı sırada "artık o ustalar yaşıyor mudur, o müziği hala yapan bir grup var mıdır bilmem…" derken burulduğunu anlamak zor değildi. Arın film çekeceği yörenin insanları arasına karışır, onlardan biri olur ve bunu filmlerine de yansıtmak isterdi.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Basın Yayın Yüksek okulu, Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Tv Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Beykent Üniversitesi Medya Bölümü, KKTC International American University İletişim Fakültesi, Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Yeditepe Üniversitesi’nde derslerine girme şansını bulan öğrencileri umarım bunun ne büyük bir şans olduğunun farkında olmuşlardır. Verdiği bilgilerin yanında Suha Arın etkileyici, tok sesiyle derslere bambaşka bir ifade katardı. Belgesel sinemacının entelektüel görüşünün önemini bildiğinden öğrencilerinin ufuklarını genişletmek için çabalardı. Şimdi -di’li geçmiş zamanla anlatmanın büyük acısını duyduğum bu değerli üstat 1 Şubat 2004 gecesi yaşamdan ayrıldığında ardında ölümsüz eserler bıraktı, bir de biz öğrencilerini.
Onu kaybettiğimizi öğrendiğim an aklıma Arın’la ilgili ilk gelen iki şey oldu; biri 1942 yılında annesi Bedia hanımın ağabey Süreyya’dan sonra ikinci bir evlada hazır olmadığını düşündüğü ve onu doğurmamak için elinden geleni yaptığı Suha Arın’ın hayata sıkı sıkı sarılıp dünyaya gelmek konusundaki ısrarı, ikincisi ise kendiyle ilgili yapmak istediğimiz çekimi bekletip durmamızdan duyduğu sabırsızlıkla "çekin kızım şunu, harp olur darp olur… neme lazım" dediği anı.
Ne kadar da haklıydı. 2000 yılında 1. Altın Safran Belgesel Film ve Senaryo yarışmasına birlikte gitmiş ve Suha Arın’la ‘Safranbolu ‘da Zaman’ filminde çekimlerini yaptığı yıkık binanın bugün restore edilmiş görüntüsü eşliğinde söyleşmiş, Yemeniciler Arastası’nda kahvelerimizi yudumlamıştık.
Bütün bunları iyi ki yapmıştık… Hemen ardından harp da oldu darp da. Arın hastalandı…Sonra biraz iyileşti, yeniden derslere girmeye başladı… Bir süre sonra yeniden hastalandı…
Ve sonra 1942 yılında yaşama sıkı sıkı sarılan Arın’ın yüreği 2004’te daha fazla dayanamayıp durdu.
Zeynep Üstünipek
22 Şubat 2004